Son yıllarda hem küresel hem de bölgesel dinamikler dolayısıyla ağırlıklı olarak göç konusunun uluslararası boyutunu konuşsak da maalesef Türkiye'de 6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan ve 11 ili etkileyen yıkıcı deprem felaketi, tüm ekonomik ve sosyal dinamiklerin yanı sıra felaketler sonrası ülke içi göç ve yer değiştirme konusunun da gündeme gelmesine ve tartışılmasına neden oldu. Depremler 1,8 milyonu göçmen olmak üzere bölgede yaşayan yaklaşık 16 milyon kişiyi etkilerken (Reliefweb, 2023), mevcut tahminler en az 2,7 milyon kişinin depremleri takiben ikamet yerlerini terk ettiklerini gösteriyor. Türkiye ile birlikte Suriye'yi de etkileyen depremlerde her iki ülkede yaklaşık 850 bin çocuğun da yerinden olduğu raporlanmış bulunuyor (UNICEF, 2023).
Abstract This article discusses whether it is possible to frame anti-refugee discourse on social media as a form of populism by analysing the case study of the hashtag #ülkemdesuriyeliistemiyorum (#IdontwantSyriansinmycountry), which emerged on Twitter in Turkey in 2016. Both network analysis and discourse analysis are used in order to delineate the characteristics of the tropes associated with the hashtag, to identify the existence of populist elements, as well as to scrutinize the linkage of the hashtag with the broader political context. The study shows that some elements of a populist discourse clearly exist (simple and popular discourse, anti-foreigner), while some others are missing (the existence of a leader). Most importantly, the discussion of the other elements (dichotomous views, othering and anti-elite) highlight the need to better conceptualize and contextualize these features to understand the connection between anti-elite (populism) and anti-foreigner discourses (nativism), the impact of tagged tropes such as a hashtag that can poke holes in echo chambers and the distinction between the concepts of anti-elitism and anti-establishment (especially in specific political contexts such as Turkey).
Bu çalışma, Avrupa'da göç karşıtı politikalarının güvenlikleştirme sürecinin bir ürünü olduğunu ve bu sürecin en etkin aktörlerinden olan radikal sağ partilerin, göç karşıtı söylem ve yaklaşımlarını ortak bazı güvenlik temalarını kullanarak inşa ettiklerini ortaya koymaktadır. Bu temalar ulusal güvenlik, ekonomik güvenlik, kültürel güvenlik ve iç güvenlik şeklinde sınıflandırılabilmekte, temaların kullanım ağırlıkları da ülkelerin tarihsel, sosyal ve kültürel farklılıklarından yoğun biçimde etkilenmektedir. Çalışma içerisinde bu farklılıkların etkileri ve güvenlikleştirme süreci, eleştirel söylem analizine dayalı kurgulanmış bir yöntem çerçevesinde, popülist ve göç karşıtı politikalarıyla seçim başarısı kazanmış iki radikal sağ parti olan Avusturya'dan Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ve İsveç'ten İsveç Demokratları (SD) partilerine yönelik analizlerle incelenmiştir. ; This study reveals that anti-immigrant policies in Europe result from a process of securitization, and that, within this process, radical right parties have been formulating discourses and approaches through a construction process by using some common security themes. These security themes can be classified as national security, economic security, cultural security and internal security. the frequency with which radical right parties use these themes may vary according to the specific historical, social and cultural characteristics of a particular country. the impact of these differences is studied in by a methodology based on securitization theory and critical discourse analysis and by analysing two radical right parties that achieved election success with their anti-immigrant policies: Freedom Party of Austria ( FPö) from Austria, and Sweden Democrat (SD) from Sweden.
Elimizdeki mevcut verilere göre ilk vakanın 2019 yılı Aralık ayı sonunda Çin'in Vuhan kentinde tespit edilmesinin ardından Ocak ayı itibariyle başka ülkelerde de vakaların ortaya çıkmasıyla COVID-19 salgınının yarattığı ilk etki, küresel bir kriz algısı oldu. Ancak virüs ve salgın, bu küresel niteliğinden beklenmeyecek bir yan etki doğurdu ve "sınır tanımayan" bir soruna ulusal sınırlara yönelik önlemler dönemini başlattı. Daha da önemlisi, bu salgın sürecinin insan sağlığı dışında belki de somut olarak gözlemleyebildiğimiz en büyük etkilerinden biri insan hareketliliği üzerinde oluştu. Dergimizin bu sayısını hazırladığımız dönem içerisinde salgının birçok konu ve alanla birlikte uluslararası hareketlilik ve göçmenlik üzerinde nasıl etkiler yaratacağına ilişkin kaygılar devam ediyor. Salgının başlangıcı, ilerlemesi ve henüz tam olarak bilmediğimiz sonrası olmak üzere üç safha açısından baktığımızda, daha ilk safhayı oluşturan başlangıcında bile "sınırlar" ve "göçün" COVID-19 ile bir arada düşünülmesinin aslında bir tesadüf veya sadece bir akademik merakın sonucu olmadığını söylememiz mümkün. ABSTRACT IN ENGLISH Editorial: On the Impact of COVID-19 on Crossborder Human Mobility and Migration The first COVID-19 case was reported in Wuhan, China in December 2019, and the subsequent cases had been identified in some other countries around the world by January 2020. Among many others, one of the most prominent and immediate impacts of the COVID-19 pandemic was the anxiety of a "global crisis". Despite its' global and cross-border nature, COVID-19 triggered a period of national precautions regarding the borders. Consequently, beyond human health, a concrete side effect of the pandemic is observed on human mobility. The debates about the perturbative outcomes of the COVID-19 on cross-border human mobility and migration have been still going on within the period that we have been preparing this volume of our journal. A general overview of the daily politics and practices about the breakout, progression and post-pandemic periods of the COVID-19 reveal that the linkage between migration, borders, and COVID-19 is a fact, which is highly related to the nature of the pandemic and national precautions, rather than a coincidence or a result of academic curiosity.
Dünya artan bir şekilde birbiriyle daha derinden bağlantılı hale gelirken, insan hareketliliği bu süreci etkileyen ve süreçten etkilenen önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşme olarak anılan bu hızlı dönüşüm süreci, insan hareketliliğine ivme sağlamaktadır. Bununla birlikte süreç diğer yandan bu hareketliliği daha düzenli, daha kontrol edilebilir hale getirip, kayıpların minimuma indirilmesinde etkin inisiyatiflerin geliştirilmesi konusunda uluslararası işbirliği için zorlayıcı nedenler ortaya çıkarmaktadır. Zira Suriye krizi ile bir kez daha gün yüzüne çıktığı üzere hareketlilik, salt bölgesel çabalarla değil, küresel boyutta ele alınması gereken bir kavramdır. Bu vesile ile ortaya çıkan bir diğer unsur ise, geliştirilecek inisiyatiflerin yine salt hedef ülke odaklı değil, kitlelerin kırılganlıklarının göz önünde bulundurularak tasarlanması gerekliliğidir. Bu noktada, 2016'da BM öncülüğünde alanda sorumluluk paylaşımına yön verecek, göç ve mülteci kavramlarını beraberce ele alacak bir mutabakatın tamamlanması için BM üye ülkelerinin bir araya gelmeleri oldukça önemli bir adımdır. Bu adım, içerisinde 23 temel hedefi barındıran Küresel Göç Mutabakatı'nın 2018 Aralık ayında tamamlanması ile nihayetlenmiştir. Başlangıçtaki katılım hevesini yitirse de, umut veren içeriği ile alana yeni bir soluk getireceğine inandığımız bu Mutabakatı Mülteci Mutabakatı ile birlikte dergimizin bu sayısının sunuş bölümünde mercek altına aldık. Analizimiz, Göç ve Mülteci Mutabakatları'nı hızlı değişim süreci olarak küreselleşme bağlamında çatışma ve kriz kavramları çerçevesinde incelemektedir. Burada eleştirel bir yaklaşım ile mutabakatlara yönelik beklentileri ele alırken, metinde yer alan kısıtlara da değindik. Mutabakatların hareketliliğe bütüncül yaklaşan dilini ve uluslararası işbirliği çabalarının bir yansıması olmasını oldukça değerli görmekle beraber, hedef kitlenin kırılganlıklarına ve ihtiyaçlarına cevap verme noktasında gelişmeye ihtiyaç duyduğunu düşünmekteyiz.ABSTRACT IN ENGLISHEditorial: Global Migration and Refugee Compacts as an International Response to Mass Population Movements in Conflicts and CrisesThe World increasingly becomes more integrated. In this process, human mobility appears as one of the important elements that affect the process of integration as well as the one that is affected by this integration. This rapid transformation process, which is called globalisation, accelerates human mobility. On the other hand, it also reveals certain compelling reasons for international solidarity in order to develop initiatives that make mobility more regular and manageable as well as are effective to decrease deaths. Yet, the Syrian crisis showed that mobility is a concept that requires international effort; solely regional one is not enough. It is also clear that the focus of planned initiatives should not merely consider target countries; they should be developed by taking vulnerabilities of individuals. At this point, it is quite significant that UN member countries gathered in 2016 to develop a compact which would take refugee and migration questions together as well as to define the responsibilities in the international area. This start finalized with developing Global Migration Compact which contains 23 major goals. Sadly, the Compact deceived some countries' enthusiasm to be part of it. Yet, we still believe that this initiative will give a new pulse in the field of mobility. Therefore we share the introduction part of this issue to the Global Migration Compact together with Refugee Compact. This analysis will examine Global Migration and Refugee compacts in the framework of conflict and crisis notions and in relation to globalisation. We undertake a critical point of view; therefore we consider expectations from the Compacts and their limits together. It is good to see that the Compacts are a reflection of international solidarity effort and it approaches a holistic understanding toward the mobility. However, we also believe that these Compacts require further developments in order to fully respond to the vulnerabilities and needs of people.